Türkiye’deki dostlar bir stream platformunda yeni yayınlanmaya başlayan dört bölümlük Camden belgeseli hakkında sorular soruyor, benim de bu bölgede oturduğumu bildiklerinden neler düşündüğümü merak ediyorlar.
Doğrusu bir süredir ben de merakla bekliyordum bu belgeseli. Birincisi konu müzik. İkincisi beş yıla yakın süredir oturduğum, her gün gezdiğim, yürüdüğüm, yaşadığım semt. Sonunda izleyebildim.
Bir defa şunu söyleyelim, Camden, öncelikle punk ve rock ile anılır. Ama onun da ötesinde her çeşit alternatif müziğin kalbinin attığı yerlerden biridir. Burada tür değil ruh önemlidir. The Clash’in de, Oasis’in de Blur’ün de, Amy Winehouse’un da Gilles Peterson’ın da yolu buradan geçer. Önemli olan ruhtur, karakterdir.
Londra, dünya müzik endüstrisinin merkezlerinden biriyse işte Camden da bu merkezin içindeki küçük ve güçlü enerjisi olan kültür noktalarından biri. Ama siyah müzik dediğinizde, Brixton’ın da önemli bir merkezdir. Ya da Ladbroke Grove – Notting Hill hattı da önemlidir, raggae ve dub buralardaki Karayip toplumundan şehre bir yol bulup sızmış ve dünyaca popüler olmuştur. Güney Londra caz sahnesi ayrı bir dikkati hak eder. Ya da yine Güney’in rap ve grime sahnesinden söz ederiz.
Ama elbette bunlar arasında Camden’ın özel yeri var. Bir defa çok fazla isim buradaki pub’larda kulüplerde çalarak ünlenmiş ve dünyaya taşmış. Nereden gelirse gelsin gruplar buradaki mekânlarda sahneye çıkarak dikkat çekmiş.
Doğal konser salonları
Camden Town, bir ana cadde ve çevresindeki sokaklardan oluşan ortasından bir kanal geçen bir alan. 1820’lerde Regent’s Canal açılınca Londra’nın bütün nakliyesi bu kanal üzerinde mavnalarla taşınmaya başlamış. Towpath denen ve bugün yürüyüş yolu olan yollarda atlar mavnaları çekermiş. Elbette kömür de şehre buradan dağılmış. Kömür demiryoluyla gelmiş. Trenle birlikte insanlar gelmeye başlamış. Bugün en önemli konser salonlarından ve kültür merkezi de olan Roundhouse aslında lokomotiflerin bakım ve tamir yeri olarak inşa edilmiştir.
Dolayısıyla burası her yerden insanın iş için geldiği, çalıştığı, barındığı bir sanayi bölgesi olmuş. Camden’ın kültürel açıdan önemi, Londra’da ‘60’lardan ‘70’lerden sonra yeşeren alternatif gruplara çalacak sahne açan ilk yerlerden olması. Buradaki pub’lar işçilerin takıldığı yerlerken mekân sahipleri yeni bir kitleyi çeker diye izin vermiş. Bunu Madness ve Dublin Castle ilişkisinde görebiliyoruz belgeselde. Bir iki kilometrekare içinde en az 10-12 büyük konser mekânı vardır. Electric Ballroom, Roundhouse, O2 Forum, Koko, Jazz Café, Underworld bunlardan sadece bazıları. Çoğu eski hangarlardan, depolardan devşirmedir. Yani Camden’ın mimarisi doğal konser salonlarından oluşur. Bunların hepsi birer etken.
Bugün Camden çok turistik bir yer. Belki bir parça zamanın gerisinde kalmış, belki eski günlerini arayan bir yer ama her dönem kendini yeniden yaratabiliyor. Aynı Beyoğlu gibi. Camden’a gittiğinizde kendinizi Beyoğlu’nda hissedersiniz.
Dua Lipa ve babasının prodüktörü olduğu bu iş iyi niyetle Camden’ı dünü ve bugünüyle ele almaya girişmiş. Neden bu işe girişmişler? Çünkü Dua Lipa da bir Camden’lı ve ilk bölümde kendi hikâyesini de anlatıyor. Yougblud gibi yeni nesil sanatçıların burada yer alması Camden’ı bugünle ilişkilendirme çabası. Ama neticede Camden deyince daha çok geçmişe bakılıyor. The Clash, Oasis, Madness, Blur, The Libertines, Jarvis Cocker, Coldplay, Amy Winehouse buradan yolu geçmiş isimlerden sadece bazıları. Daha yazacak çok şeyim var. Onlar da bir sonraki yazının konusu olsun.