MAHİR SAYIN
İlhami’yle tanışmamız tam ne zamandır hatırlamıyorum ama yakınlaşmamız, THKP kurucularının 1970 yazında şehir gerillası birimleri örgütleme kararı verdikten sonra ilk üç timi oluşturup başına da İlhami’yi tayin etmeleriyle yoğunlaşmıştı. Oluşturulan ilk üç birimden birini İlhami, diğerini (Mustafa) Kaçaroğlu ve üçüncüsünü de ben yönetiyorduk. Bu birimlerin oluşturulması, mekân ve mühimmat temini ve neler yapılacağının kararlaştırılması için haliyle, olayların getirdiği karşılaşmalar yerini işin gerektirdiği buluşmalara bırakmıştı. İlhami’yle ilk işimiz, kimsenin bilmediği bir ev tutmak oldu. İlk kez onun uyarısıyla, parka-postal yerine daha “düzgün” bir kıyafet edindim. O ise zaten her zaman “tertipli” giyinen, detaylara önem veren bir devrimci idi. Buna karşın gösterişten uzak ve güven verici tarzı onu yönetici olarak memnuniyetle karşılamamızı sağlamıştı.
Hiçbirimizin öğrenci, işçi köylü eylemleri ve faşistlerle olan kavgalardan öteye, gerillacılıkla ilgili bir deneyimimiz yoktu. Hatta o zamanlar yaygın olan FKÖ’den (Filistin Kurtuluş Örgütü) gerillacılık konusunda ders almak üzere Filistin’e gitmişliğimiz de yoktu; gerilla mücadelesi vermiş olanların anılarından, Alberto Bayo’nun “Gerilla Nedir” ve Carlos Marighella’nın “Şehir Gerillası” kitabının verdiği kimi pratik bilgilerden daha fazla bir bilgi ve tecrübeye sahip değildik. Şahsi tecrübelerimiz de bir miktar silah atış talimi, Molotof kokteyli, polis telsizini dinleyecek alıcılar yapmak ve araba “kamulaştırmak” gibi bilgilerle sınırlıydı. Ama zaten Mahir Çayan’ın anlattığı gibi iki yıl hazırlık yapacak ve ustalaşacaktık; bu zaman zarfında kendimiz hakkında dışarıya bilgi vermeyecek ve bu arada yakalanırsak hiçbir örgüt ilişkisini de kabul etmeyecektik. Buna karşın, biz üçümüz henüz pek bir “deneyim” edinemeden 1971’in başında, Siyasal baskınında polisin yaptığı zulmü protesto etmek üzere bir ABD işyerine sabotaj yapmaya giderken yakalandık ve ondan sonraki kaderimiz de bunun üzerinde pekişen yoldaşlığımızla 2007’deki örgütsel kopuşumuza kadar sürüp geldi; 2007’nin ilk yarısında kimsenin kopabileceğine ihtimal vermediği bağlarla bağlı olduğuna inanılan üçlü parçalandı; İlhami bir tarafta, ben ve Kaçar da bir başka tarafta kaldık.
12 Eylül darbesi gerçekleştiğinde ‘Kurtuluş Örgütü’ olarak bu darbeye karşı ne toplu olarak ne de tek başımıza direnme gücümüzün olmadığı tespitine dayalı olarak ve bir ittifakın gerçekleşmesinin imkânsızlığının ortaya çıkmasıyla, darbecilerin bizi yok etmesine imkân tanımadan büyük kentlere, işçi sınıfı içine ve gerekli olduğu ölçüde de yurt dışına geri çekilmeye karar verdik. Kanımız darbenin 3-4 yıl içinde yerini sivillere bırakacağı doğrultusundaydı ve bizim de dağılmamış bir örgüt olarak kalmak suretiyle bu sürecin sonunda yeniden örgütlenmemizi yayabileceğimizi hesaplamıştık. İlhami’nin Merkez Komitesi (MK) Sekreteri olarak İstanbul’a gidip oradaki MK üyesi arkadaşları Suriye’de bir toplantı yapıp krizi görüşmeye ikna etmesinden sonra Şam’da gerçekleşen bir aylık tartışmanın ardından da “geri çekilme” konusundaki kararımıza ve var olan örgütsel krizin de gereklerine uygun olarak bir kısım arkadaşımızı sonradan getirmek üzere dışarıda bırakıp Türkiye’ye döndük. Fırtına henüz dinmemişti ama biz de artık gizli çalışma koşullarına belli ölçüde adapte olmuştuk.
12 Eylül darbesi Türkiye’yi değiştirdiği gibi bizi de adım adım değiştirmişti. Hapishanede olanlarla dışarda varlığını devam ettirmeye çalışan Kurtuluş Örgütü üyeleri arasında haberleşme olsa da, ciddiyeti sonraki ayrılıklarda ancak fark edilebilecek olan anlayış farklılıkları da bu süreçte gelişmiştir. Kuruluşunda kimi örgütsel demokratik prensipleri, kolektif önderliği, sosyalist hareketin birliğini öne çıkaran yanları olsa da Kurtuluş’u kuranların istisnasız hepsi Stalinci gelenekten gelen ve onu ortodoksça savunan insanlardı. “Emirin demiri kestiği”, çevresi geniş ama çekirdeği son derece dar bir örgütlenme, 1982’de içine girdiği örgütsel krizden, bir yıl boyunca sürdürdüğü bir iç tartışma sonucu “sosyalist demokrasiyi” prensip olarak geliştiren bir örgüt olarak çıkmıştı. Demokrasi kültürünün bunca zayıf olduğu ve gizlilik koşullarında geliştirilen demokrasi düşüncesinin nasıl sınırlamalarla yüz yüze olduğunu ve mekânsal olarak da birbirinden ayrı hayatlar sürdüren insanların iletişiminin zayıflığını tahayyül edince, herkesin “sosyalist demokrasi”sinin de birbirinden ciddi farklılıklar arz etmesi kaçınılmaz bir durum oluşturmaktaydı. O farklılıklarda da geleceğin ayrılıklarının yattığını sonradan görebildik.
Krizin aşılması için yapılan tartışmalarda İlhami örgüte hakim olan sekterizme karşılık daha demokratik olan bir tutumun geliştirilmesinden yana tutum aldı ve örgütün bu tutumu benimsemesinde önemli bir ağırlığı oldu. O zamana kadar kimsenin pek bir itirazı olmadan Merkez Komite Sekreterliği’ni yürütmüş olan İlhami’nin örgüt üzerindeki etkisi ciddi bir ağırlık taşıyor ve insanların bu yeni gelişen tarzı benimsemesinde önemli bir rol oynuyordu. Ne var ki, tartışmalar bir yandan son derece olumlu düşünce ve ilişkilerin gelişmesine olanak sağlarken, örgütsel krize neden olan anlayışların yarattığı atmosfer sonucu aramızdaki ilişkilerde de ciddi bir yıpranmaya yol açmıştı. Örgütten bir gurup kopmuş, kalanlar arasında da kimi güvensizlikler daha sonraki çatışmaların temelini oluşturmuştu.
Bu zorlu dönemde örgütün koordinasyonunu başarılı diyebileceğim bir biçimde yürütmesine karşın kendisine yönelen oklar İlhami’nin daha önceki tartışılmaz konumunu zedelemeye başlamıştı. Yakalanmasından bir ay önce yaptığımız bir değerlendirmede, ikimiz kendisinin artık sekreterlik görevini bir başka arkadaşa devretmesi ve bu dönemin ağırlıklı görevi haline gelmiş olan ideolojik mücadeleyi güçlü bir biçimde yürütmek üzere Yazı Kurulu’nda görev alması konusunda mutabık olduk. İkimiz de Kürt bir yoldaşımızın sekreter olması konusunda görüş birliğine vardık. Ne var ki, bunu hayata geçirmeye fırsat kalmadan İlhami yakalandı. Ben bu öneriyi onun yakalanmasının ardından yapılan MK toplantısına getirdiğimde, yaşadığımız ve yaşayacağımız krizlerde önemli rol oynamış olan iki arkadaşımız Kürt yoldaşımızın sekreterliğine şiddetle karşı çıktılar ama yapılan seçimde ikisi dışında çoğunluk tercihini Kürt yoldaşımızdan yana yaptı.
Gözaltındaki İlhami Aras
12 Eylülcülerin estirdiği terör yönetimi hâlâ bütün gücüyle sürerken, belli bir toparlanma yarattığımız sırada yediğimiz İlhami’nin yakalanması darbesi hepimiz için bir felaket habercisi gibiydi. Örgütsel güvenlik tedbirlerine bağlı olarak, yakalanan her arkadaşımızın evini polisten önce bulup boşaltıyor ve kalanları selamete çıkarmaya çalışıyorduk. İlhami yakalandığında da bunun yapılması gerekirken kimse cesaret edip bunu dillendiremedi. Esasında bu, İlhami’ye karşı böyle bir güvensizliği göstermeye kimsenin cesaret edememesiydi. “Nasıl olurdu da İlhami evinin adresini polise verirdi?” Bunu düşünmek bile istememiştik. Zaten evinin nerede olduğunu bilen de yoktu. Ama örgütsel kural ağır bastı ve evi bulma görevi verilen İrfan Cüre polisten önce, belki de hemen ertesi gün İlhami’nin hayat arkadaşı Ayhan’ı buldu ve gereğini yerine getirdi. Tupamaros’dan öğrendiğimiz “en az üç gün direnip yoldaşlarına tedbir alma zamanı bırakma” kuralımızın gereği yerine gelmişti. Ama polis ondan sonraki tarihlerde de evi bulamadı. Bulamazdı zira, İlhami, ilk yakalandığımızdaki polis tavrını burada da sürdürmüş ve kalbini durdurup, ancak hastanede hayata döndürülmesine yol açacak kadar ağır işkencelere karşın “örgütün bu konuda polise bilgi vermeme kararı var; ben bu karara uymak zorundayım” deyip noktayı koymuştu. Birinci yakalandığımızda da ağır yaralanıp aylarca sağ tarafında felç ve hafıza kaybıyla yaşayacak bir durumda iken polis sorgusundaki ifadesi de bir cümle idi: “sanık sin kaf ederek ‘size verilecek ifadem yoktur’ dedi.”
İlhami ile geçen on yıllarımızdan aktaracak o kadar çok şey var ki, içlerinden birini seçip öne çıkarmakta zorlanıyor insan. Ama bu satırları 6 Mayıs’ta Denizlerin anısıyla da doluyken, unutulup gitmemesi gereken bir anıyla tamamlayayım:
11 Ocak 1971 günü, Denizlerin ODTÜ yurtlarındaki ünlü 201 nolu odasında Deniz ve Yusuf’la sohbet etmiştim ve gece sabahladığımız için de bir ara uykum gelmiş ve orada bir saat kadar kestirmiştim. Uyandığımda Denizler yoktu ama ilginç olan bir şey de yoktu. Oradan ayrıldıktan sonra arkadaşlar bir banka soygunu olduğunu ve İlhami’nin beni aradığını söylediler. Ben de onu geri aradığımda:
–“Bankayı kim soydu?”
sorusuyla yüz yüze gelince suçlanma refleksi içinde
–“Benim banka soygunundan filan haberim yok!”
dedim.
–“Atla hemen gel!” dedi İlhami.
Siyasal’a gittiğimde İlhami bankayı Denizlerin soyduğunu söyleyince,
– “Yok canım nereden çıkarıyorsun, ben iki saat önce onların odasındaydım, uyandığımda yoktular ama öyle bir havaları da yoktu”
dedim. İlhami bunun üzerine,
–“Sen uyumaya devam et ama ben eminim; o bankayı ben de gözüme kestirmiştim ve bir kere gözlem yaparken fark ettim ki, Denizler de aynı yeri kesiyorlar; işte buradan çıkarıyorum” dedi.
Doğrusu kır gerillasına hazırlanmakta olan arkadaşlarımızın, bizim benimsediğimiz şehir gerillası stratejisini de işin içine katmış olduklarını görünce, zaten sorgulamakta olduğum “bizim niye ayrı olduğumuz” konusu kafamda biraz daha fazla itiraz temeli kazanmış oldu. Birçoğu yakın arkadaşım olan THKO’cularla neredeyse her gün bu strateji meselesini tartışıp duruyorduk. Nitekim biz hapse girdikten kısa bir süre sonra Mahir Çayan’ın Denizlerle bu ayrılığın giderilmesi için yaptığı görüşme ve akim kalması bilgisini almak dolaysıyla da ne kadar üzüldüğümüzü hatırlıyorum.
Sonra Mahirler THKO’cularla birlikte Kızıldere’de Denizleri kurtarmak için giriştikleri eylemde katledildiler; Denizlerin ise, yanıbaşımızdan alınıp idam sehpasına gitmeden önce bize söyledikleri bizim için bir birleşme vasiyeti oldu. İlhami’yle birlikte hapisten çıktığımızda ilk yaptığımız iki işten biri arkadaşlarımızın mezarlarını bulup yaptırmak, diğeri ise, THKO’nun devamı olarak faaliyet sürdüren Teslim Töre ve arkadaşlarını bulup, Türkiye solunda ayakta kalan ne var ise nasıl bir araya getireceğimizi konuşmak oldu. Teslim Töre’yi saklandığı köyde bulup görüşmeleri sürdüren ve döndüğünde onların da sınıfın önderliğini öne çıkardıklarını ve birlik vasiyetine uymaya yatkın olduklarını bizlere anlatan İlhami olmuştu.
Bir başka boyutta buluşmak üzere selam olsun kadim yoldaşıma…
Mahir Sayın’ın İlhami Aras’ın defin töreninde okunan mesajı
Değerli yoldaşım İnsanlığın tarih öncesinden insanlık tahine geçiş için, halkların, kadınların gerçek eşitliği ve işçi sınıfının tüm insanlığın kurtuluşuna öncülük edeceği yeni bir dünyanın yaratılması uğruna bizden önce bu mücadelenin sancağını yükseltenlerden devraldığımız sancağı oligarşinin burçlarına dikmek için genç yaşlarımızda acıların en büyüğünü, can yoldaşlarımızın taze bedenlerinin kana bulanmasıyla, önderlerimizin katledilmeleriyle ve yanıbaşımızdan alınıp idam sehpalarına götürülmeleriyle yaşadık. Hiçbir acı bunun kadar büyük olamazdı. Ama bu acıları katlanılır kılan, yüreğimizi sağaltıp bize, zafere kadar, usanmadan, bıkmadan, yılmadan devrime koşma gücünü veren komünizme olan inancımız, yarım yüzyıldan fazladır ki, hiç eksilmeden, tam tersine daha da alevlenerek bizi bugünlere getirdi. Bir tarih yaratmak üzere çıktığımız bu yolda şimdi fiziki olarak ayrılıyoruz ama bu bir ayrılık olmayacak yoldaş… Bu, yürüdüğümüz yolda, gelecek nesillerin zihinlerinde buluşup devam etmek üzere vuku bulan bir boyut değiştirmedir sadece. Maddemizin bu değişimi bir yok oluş, bir ayrılık, bir son değil, insanlığın yedi bin yıllık sınıflı toplum tarihine son verip yabancılaşmanın ortadan kalktığı gerçek özgürlük toplumuna yürüyüşün sadece bir boyut değiştirmesidir. Nasıl ki, bizler, Marks’ın, Engels’in, Lenin’in, Che’nin ve devrim yolunda düşen Denizlerin, Mahirlerin bir yeniden doğuşu olduksa, bu mücadelede maddi yaşamı sonlanan herkes, zerresi ziyan olmadan gelecek nesillerin zihinlerinde buluşup omuz omuza insanlık tarihine doğru ilerlemeye devam edecektir. Bizden önce öyle oldu, bizden sonra da başka türlü olmayacaktır. Biz senin bedenini burada toprağa vermekle asla ayrılmıyoruz. Nasıl ki, Marks’tan, Lenin’den Mahir’den hiçbir an ayrılmadıksa, nerede olursak olalım, komünizme olan inancımızı sürdürerek sonuna kadar yol almış isek işçi sınıfı mücadelesinin geleceğinde yeniden buluşmak üzere bir kez daha sözleşiyoruz. Yaşadığımız tarih içinde hangi ilişkiler içerisinde yürüdüğümüzü yakından bilmeyenlerin nasıl bir yürek acısı içerisinde bu sözleri söylediğimi anlamaları ve benim de bunu kelimeler aracılığıyla aktarabilmem olanaklı değil. Değerli işler yapıp değerli bir tarih sayfası oluşturduğumuza olan inancımla yeniden buluşmak üzere şimdilik hoşça kal Abu Murat*… |
* Abu Murat, İlhami’nin FKÖ’deki takma adıydı. Sahiden de Murat’ın babasıdır.
Mustafa Kaçaroğlu anlatıyor: Kaçaroğlu: 10 yıl hapiste, 6,5 yıl hücrede, 76 gün işkencede kaldım, elektrikli çarmıha gerildim!
Mustafa Kaçaroğlu anlatıyor: Sol içi şiddette, biz dâhil, kimse günahsız değil!
Mülkiye, FKF, 68, DEV-GENÇ, THKP-C ve Kurtuluş’un enternasyonalist neşeli militanı; İlhami Aras
Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir’in yoldaşı, ‘Kurtuluş’ hareketinin kurucularından İlhami Aras hayatını kaybetti